1 Ağustos 2022 Pazartesi

“LOST” İzlemeye Yeniden Başladım

valenzetti, denklemi, equation, valenzetti

Valenzetti Denklemi (Valenzetti Equation)

Enzo Valenzetti, 1920 yılında doğmuş İtalyan bir matematikçidir. Normal insanlardan farklı olduğunu 16 yaşında doktorasını yaparak göstermiştir. Valenzetti, bir matematikçi olmasının yanında kendisini asıl ünlü yapan şey, bulduğu denklemdir. Bir matematikçi olarak Birlemiş Milletler bünyesinde çalışmıştır. Bu bile ortada bir tuhaflık olduğunu göstermektedir. BM, Valenzetti’den insanlığın sonunun ne zaman geleceği hakkında bir çalışma yapmasını ister. Valenzetti, çalışmaları sonucu 4, 8, 15, 16, 23 ve 42 adlı sayılardaki denklemi bulur. (Valenzetti Equation)

valenzetti, denklemi, 4, 8, 15, 16, 23, 42

Valenzetti, bu denklemi yeryüzünde şu ana kadar doğmuş tüm insan sayısından savaşlar, hastalıklar, açlık gibi birçok etkeni göz önüne alarak oluşturmuştur. İnsanoğlunun sonunun ne zaman geleceğini dakikası dakikasına bulmuştur. Peki bu denklem nasıl açıklanıyor ya da ne anlama geliyor? Rakamlarla ilgili çok az şey biliyoruz.

Örneğin; Valenzetti'nin oğlunun 8 Nisan doğumlu olması yani 08.04. İşin trajikomik tarafı işte burası. Valenzetti, denklemin sırlarından kimseye bahsetmemiştir, en azından biz öyle biliyoruz ve tesadüfe de bakın adamımız tek uçaklı motorda okyanus üzerinde uçarken uçağı okyanusa çakılır ve ölür. Ne yazık ki denklemin sırları da Valenzettiyle ölür, tabi BM’ye denklemin sırlarından bahsetmediyse…

valenzetti, denklemi, equation, valenzetti

Valenzetti’yi en yakından tanıyan isim, Gary Troup adında bir şirket sahibidir."Valenzetti Equation" adında bir kitap çıkarır. Kitabı artık piyasada bulamazsınız tükenmiş ya da yok edilmiştir. Gary Troup da bir uçak kazası sonucu ölmüştür.(tesadüfün böylesi) Gary Troup’un bu denklemle ilgili Bad Twin adlı bir kitap daha çıkaracakken ölmesi üzerine kitap yarım kalmış ve basılamamıştır.

Bu “resmi hikâye”nin bir de gayri resmi yönü var. Söylentilere göre Valenzetti’nin bulduğu bu denklemden haberdar olan Danimarkalı bir işadamı olan Alvar Hanso, kendisiyle iletişime geçer ve onun, kurduğu Hanso Vakfı bünyesinde çalışmasını sağlar. Bu vakfın temel amacı da insanlığı, yaşayacağı bu kötü kaderinden kurtarmak. Valenzetti’nin bu vakıfla çalışmaya başladıktan sonra da“ölümünün senaryosu”nun oynandığı ve aslında kendisinin ölmediği, hatta Temmuz 2006′da İtalya’da San Remo’da görüldüğü bile söyleniyor…

Yukarıdaki satırlarda anlattığımız “Lost” dizisindeki efsanevi “Valenzetti Denklemi” ve meşhur 4-8-15-16-23-43 sayıları, tamamen senaristlerin yarattığı, hayali bir durum. Fakat dünyanın sonunu hesaplayan bir denklemin varlığı, hiç de hayal ürünü değil. Bilâkis saygın bilim insanlarının üzerinde uzun süre çalışıp, tartıştıkları bir gerçek. Tüm bu “insanlığın sonu”nu hesaplama süreciyse 1960 yılında başlıyor…

1960'ta, "Science" dergisinde Heinz von Foerster imzasıyla yayımlanan bir makale, bilim çevrelerinin dikkatini üzerine toplamış ve tartışmalar yaratmıştı. Avusturyalı fizikçi Foerster, tarihten o güne gelen verilerden hareketle dünya nüfusunun, 13 Kasım 2026'da "sonsuz" noktasına ulaşacağını iddia etmekteydi. Foerster'in bu iddiası, "Kıyamet Denklemi" olarak anılmıştı, fakat henüz denklem yerine tam olarak oturmamıştı. Gerçekten de aradan 23 sene geçti ve tarihler 1983 yılını gösterirken İngiliz astrofizikçi Brandon Carter, insanlığın sonunun matematiksel olarak apaçık ne zaman geleceğini ortaya koyan bir çalışma yayımladı ve iddiaları filozof John Leslie tarafından da desteklendi. Carter'in açıklamasına kadar başka bilim insanları da bunun mümkün olabileceğini söylemişler, hatta çalışmalar yapmışlardı. Örneğin J. Richard Gott, Holger Bech Nielsen gibi bilim insanları da bu tarihin hesaplanması konusunda çalışmalarıyla katkıda bulunmuşlardı. Peki, Foerster'dan başlayıp sayılan isimlerle devam eden bilim insanlarının ortaya çıkardığı denklem, nasıl bir hesaplama yapmaktadır? Kıyamet denklemi, şu ana kadar doğmuş insan sayısından yola çıkarak, insan neslinin ne zaman sona erebileceğini hesaplamaya çalışmaktadır.

9 Kasım 2019 Cumartesi

Kürk Mantolu Madonna

Kürk Mantolu Madonna - Alıntı


Halbuki şimdi her şey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğüm andan beri geçen birkaç hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarımın değil, ruhumun da yaşamaya başladığını, içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birdenbire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria Puder bana bir ruhum bulunduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak, bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum. Muhakkak ki bütün insanların ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, herşeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu. Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında herşeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırılçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı... Bunların, bütün ömrümce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. 

Köprünün kenarına yaslanarak hareketsiz sulara baktım. Yeni başlayan hafif bir yağmur suyun tüylerini diken diken ediyordu. Ta ilerilerde büyük ve motorlu bir mavna, rıhtımdaki arabalara meyve ve sebze boşaltıyordu. Kenarlardaki ağaçlardan tek tük düşen yapraklar havada kıvrıntılar yaparak aşağıya süzülüyorlardı. Bu karanlık ve sıkıntılı manzara ne kadar güzeldi! İçime çektiğim bu ıslak hava ne kadar tazeydi! Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak...Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak..

Dünyada bundan daha ferah verici bir şey olabilir miydi? Şimdi onunla beraber bu ıslak yollarda yürüyecek, tenha ve loş bir yerde oturarak göz göze gelecektik. Ona birçok şeyler, şimdiye kadar hiç kimseye, hatta kendime bile söylemediğim şeyler anlatacaktım. Bunların çoğu kafamda bir anda doğuyor ve beni hayrete düşüren bir süratle yerlerini yenilerine bırakıyordu. Onun ellerini tekrar avuçlarımın içine alacaktım, uçları biraz kırmızı olan üşümüş parmaklarını ovuşturarak ısıtacaktım. Bir kelime ile, ona yakın olacaktım.




3 Ekim 2018 Çarşamba

Albert Pike (1809-1891)

Arkadaşlar merhaba, uzun süreden sonra tekrar karşınızdayım. Bu çevirimizde ünlü Mason Liderlerinden Albert Pike’ın hayatını göreceğiz. Daha sonra yayımlayacağım yazıda ise Albert Pike’ın 1. ve 2. Dünya savaşlarının tahminlerini nasıl yaptığını, Türkler ile Yahudilerin’de 3.Dünya Savaşını yapacağını söylemesini gibi çeşitli bilgileri paylaşacağım.

Not: Yazının sonunda çeviriyi yaptığım sitenin orjinal linki yer almaktadır.


ALBERT PIKE (1809-1891)

ALBERT PIKE HAKKINDA     
 
Çok az kişi Albert Pike’ın planları ve yenidünya düzeninin mimarları hakkında bilgi sahibidir. Albert Pike 19. yüzyılda yenidünya düzeni hakkında bir çerçeve çizmiştir. Ona ortaya koyulan bir vizyona dayanarak, 20. yüzyılda olacak olaylar hakkında bir taslak hazırlamış ve en ilginci bu olayların birçoğu çoktan gerçekleşmiştir. Bugün, Dünya üzerindeki bildiğimiz veya bilmediğimiz liderlerin bu taslağı takip ettiği ve 3. ve son Dünya savaşına zemin hazırladıkları söylenmektedir.

Albert Pike 29 Aralık 1809’da Boston’da Benjamin ve Sarah Andrews Pike’ın 6 çocuğundan en büyüğü olarak Dünya’ya gelmiştir. Harvard’da okuduktan sonra, Amerikan ordusuna tuğgeneral olarak hizmet vermiştir. İç savaştan sonra Pike vatan hainliğiyle suçlanmış ve hapis yatmıştır, ta ki 22 Nisan 1866’dan henüz onunla tanışmamış olan ve ertesi gün onu Beyaz Saray’da misafir edecek olan dönemin Mason Cumhurbaşkanı Andrew Johnson tarafından affedilene kadar. Hapisten çıktıktan bir yıl sonra, 20 Haziran 1867’de Mason Locası tarafından 4.dereceden 32. Dereceye terfi ettirilmiş, devamında ise Boston’a giderek kendini Mason tapınağına adamıştır.

Söylenenlere göre Pike bir dâhiydi ve 16 farklı dilde okuma ve yazma yapabiliyordu ancak hangi diller olduğuna dair hiçbir yerde herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Bundan dolayı başkalarının akademik eserlerini çalmakla bile suçlanmıştır. Hayatının çeşitli bölümlerinde şair, filozof, asker, hümanitaryan ve filantropist olmuştur. Pike kurucu babalardan biri olarak gösterilmekte olup Mason Locasında 33.dereceye kadar yükselmiştir. Ayrıca Masonların kendilerine özgü “Ancient Accepted Scottish” isimli ayinlerini yönetmiştir. 1891’de ki ölümüne kadar tam 32 yıl Kuzey Amerika Masonlarının liderliğini yapmıştır.  1869’da Ku Klux Khan şövalyelerinin en büyük lideri seçilmiştir.
Bazı söylentilere göre Pike aynı zamanda “satanistti” ve okült âlemine kendini kaptırmıştı. Özel bilekliği sayesinde Lucifer ile iletişim halindeydi ve 1737’de Paris’te kurulan “Order of the Palladium” isim satanik grubunun yüce lideriydi. (Paladizm 5.yüzyılda Mısır’dan Yunanistan’a gelmiş, Mason localarında ayinleri yapılmıştır.) 1801’de, Isaac Long isimli bir Yahudi, Şeytanın bir büs’sünü, Güney Carolina’da Charleston’a getirmiş ve yukarıda da ismi geçen Ancient and Accepted Scottish ayininin temelini oluşturmuştur. Isaac Long'un Charleston'u seçmesi de tesadüf değidir. Charleston, Bağdat'ında bulunduğu 33.Paralelde yer almaktadır. İlerleyen zamanlarda -hatta günümüzde bile- Charleston'da toplanan ilk konsey "Dünya'daki tüm mason Locaların Ana Konseyi" kabul edilmiştir.

Albert Pike ise Long'un halefi olmuş, tarikatın ismini "Reformed Palladium" olarak değiştirmiştir. Bu yeni düzen iki dereceden oluşmaktaydı:

1       • Adelph (Kardeş)
         • Companion of Ulysses (Yoldaş)

Pike’ın sağ kolu İsviçre’li Phileas Walder isminde bir eski Lutheryan, vali ve medyum idi. Pike ayrıca İtalya’da Mason locasının kurucu 33.dereceden Mason olan İtalyan Giuseppe Mazzini(1805-1872)  ile de birlikte çalışmıştır. Mazzini ile birlikte, yine 33.dereceye sahip İngiliz Lord Henry Palmerston (1784-1865) ve Alman Otto van Bismarck (1815-1898) ve Albert Pike “Palladian Rite’ı” kullanarak tüm mason grupları Satanic bir şemsiye altında toplamaya niyetlenmişlerdir.

Albert Pike 2 Nisan 1891’de öldükten sonra, cesedi, Washington’da bulunan 33. Derece Mason Konseyi’nde olmasına rağmen sembolik bir törenle Oak Hill Mezarlığına gömülmüştür.

ALBERT PIKE ANITI

Albert Pike savaştan önce Arkansas’ta avukat ve yazar olarak ünlenmiştir ancak 31 Temmuz 1978 Arkansas Demokrat gazetesinde Tuğgeneral olarak tam bir fiyasko şeklinde manşet olmuştur. Yine de Albert Pike’ın Washington’da bir anıt heykeli bulunmaktadır. Ancak bu anıt ne avukatlıktaki başarısından nede general olmasından kaynaklıdır. Anıt Albert Pike’ın İskoç Masonluk Güney Bölgesel Lideri unvanından dolayı yapılmıştır.

      
 İLLUMİNATİ VE ALBERT PIKE

1 Mayıs 1776’da Adam Weishaupt (1748-1811) Mükemmeliyetçilik Düzeni adında bugünkü adıyla İlluminati yani “Aydınlanmış olanlar” olarak bilinen gizli örgütü kurdu. Örgüt en başta özgür düşüncelerin konuşulup fikirlerin tartışılacağı bir amaçla kurulmuş hatta Weishaupt’un Cizvit (Cizvitler, İsa tarikatı (Latince: Societas Iesu) adıyla anılan bir Hristiyan tarikatı) geçmişi bile bu tarikatın karakterinden oldukça etkilenmiştir. Hatta tarikatın amacı Hristiyanlığı yok etmek ve tüm yönetimleri ele geçirmek olarak belirlenmiştir.

İtalyan’ın o zaman ki devrimci lideri Giuseppe Mazzini (1805-1872) 1834 yılında dünya çapında operasyonları yönetmek içim Illuminati’nin başına seçilmiştir. (Mazzini aynı zamanda 1860’ta mafya kurmuştur.) Bavyera hükümeti,  Mazzini'nin Avrupa'daki devrimci faaliyetleri yüzünden İlluminati ve diğer gizli örgütlere karşı Avrupa monarşilerinin devasa bir şekilde devrilmesini planladığı iddiasıyla sıkı önlemler almıştır. Illuminati'nin sırları açığa çıktıkça, zulüm gördüler ve sonunda dağıldılar, kendilerini yeniden kurmak için başka organizasyonların içlerine girdiler. Mason Locası bunu başını çekiyordu.

Mazzini, liderliği zamanında, Albert Pike’ı Illuminati’ye katılması için ikna etmiştir. Pike tek yönetimli Dünya fikrinden şüphesiz çok etkilenmişti ve Mazzini tarafından teklif geldiğinde, ortalama yüksek rütbeli masonluktan en üst düzeye (33. derece) geçişişi anlatan ritüeli yazmayı hemen kabul etmiştir. Pike daha sonra örgütün Amerika tarafında lider olmuştur. Mazzini’nin bu hareketi yapmasındaki amacı, herhangi bir masonun eğer kendini kanıtlarsa en üst rütbeye çıkabileceğini herkese göstermekti ve en üst rütbedeki üyeler bu örgütün içindeki daha derin bir yapıya üye olmaya hak kazanırlardı.

Son cümledeki sebep yüzünden üyelerin birçoğu kardeşliklerinin şeytani niyetlerine reddetmişlerdir. İçerideki geniş bir kitle 30. Dereceye bile ulaşamadığı için Mason’luğun arkasındaki gerçek amacı hiçbir zaman görememiştir. Pike ritüeli yazarken 22 Ocak 1870’te Mazzini ona bir mektup yazmıştır;

Bütün yönetimlere, şu an hangi şekilde yönetiliyorlarsa o şekilde yönetilme özgürlüğünü tanımalıyız, merkezlerini ve yönetilme şekillerini özgür bırakmalıyız, ancak biz onlardan daha üstün bir yönetim şekli kurmalıyız. Sonuna kadar gizli kalacak ve sadece bizim tarafımızdan seçilecek kişilerin yer alacağı gizli bir örgüt. Bu yönetim şekli ile tüm ‘Mason’ hareketleri tek bir çatı altından gizlilik esasıyla yönetmek bizim en güçlü yönümüz olmalı.”

1871 yılında Pike,  861 sayfalık ünlü “Morals and Dogma of the Ancient and Accepted Scottish Rite of Freemasonry” kitabını yayınlamıştır.

1872 yılında Mazzinin’nin ölümünden sonra Floransalı bir bankacı olan Adriano Lemmi(33.dereceden Mason), Pike tarafında Avrupa’daki masonik faaliyetleri yönetmek üzere göreve getirilmiştir. Lemmi aynı zamanda ülkesinde devrim yanlısı olan Giuseppe Garibaldi’nin destekçisiydi ve Pike tarafından kurulan “Luciferian Society” içinde de aktif olabilirdi.

1859 ve 1891 yılları arasında Pike, yapılacağını düşündüğü üç dünya savaşı hakkında ve Dünya’nın geleceği hal ile ilgili komplo teorilerini yazdı.

Charleston, Güney Carolina’da yer alan Yüce Konsey’e ek olarak Pike, Roma’da Mazzini tarafından, Londra’da Palmerston tarafından ve Berlin’de Bismarck tarafından yönetilen diğer konseyleri kurmuştur. Bunlar dışında Dünya’nın stratejik 23 bölgesinde de bilgi toplama amaçlı konseyler kurmuştur. Bilinen 5 tanesi Washington DC, Montevideo-Güney Amerika, :Naples-Avrupa, Calcutta-Asya ve Mauritius-Afrika konseyleridir.


http://www.threeworldwars.com/albert-pike.htm
               

10 Haziran 2018 Pazar

Oturan Boğa, Biyografi, Çeviri


Bugün bir çeviri ile karşınızdayım. Ne olursa olsun inançlarından kopmayan, çektiği tüm eziyete ve yaşadığı tüm zorluklara rağmen halkını terketmeyen bir liderin hayat hikayesini sizler için paylaşmak istedim. Tabi bunun Türkçe'sini zaten internette bulursun diyeceksiniz; ama İngilizce çalışmışta oluyorum bu şekilde. Umarım hoşunuza gider ve size birşeyler katar. Yazının altında çeviri yaptığım metnin orijinal halinin bulunduğu sitenin linki bulunmaktadır. Eksiklerim var ise bildirmenizi umuyorum. Şimdiden iyi okumalar.

I would rather die an Indian than live a white man. -Sitting Bull


OTURAN BOĞA (KIZILDERİLİ ŞEF 1831-1890)

Sitting BullOturan Boğa, Kuzey Amerika ovaların da hayatta kalma mücadelesi vermek için birleşen Siyu (Sioux) Kızılderili kabilelerinden Teton Dakota’nın Kızılderili şefiydi.

Özet

Oturan Boğa ilk savaşına 14 yaşında katılmış ve savaştaki başarılarından dolayı büyük bir saygınlık kazanmıştır. 1868 yılında Siyu Kabileleri Amerikan hükümetiyle barış antlaşması imzalasa da 1870’lerin ortalarında Black Hills’te altın keşfedildiğinde Siyu toprakları işgal edilmiştir. Oturan Boğa küçük çatışmaları kazanmış olsa da savaşı kaybetmiş, 1890’da tutuklandıktan sonra öldürülmüştür.

Gençlik Yılları

Tartışmasız en güçlü ve büyük ihtimalle en ünlü Kızılderili şefi olan Oturan Boğa 1831 yılında bugünkü adı Güney Dakota olan bölgede doğmuştur.

Saygın bir Siyu Savaşçısı olan Tekrar Döner’in (Returns Again) oğlu olan Oturan Boğa babasına büyük hayranlık duymuş ve onun ayak izlerini takip etmiştir. Küçüklüğünde savaş kabiliyetlerini sergileyemediği için Yavaş (Slow) ismini almıştır.

İsminin belirttiğinin aksine 10 yaşında ilk bufalosunu öldürmüş, bundan 4 yıl sonra düşman bir kabile ile yapılan savaşta büyük başarılar göstermiştir. İşte bu başarılardan sonra bugün bile bildiğimiz Tatanka-Iyotanka, yani Oturan Boğa ismini almıştır.

Oturan Boğa’nın hayatının büyük bölümü Amerikanlarla yaşanan çatışmalar ve karışıklarla geçmiştir. Daha çok gençken Strong Heart Society’nin lideri seçilmiştir. 1863 yılının haziran ayında ise ilk kez Amerika’ya karşı silahlanmış, ertesi yıl Killdeer Dağları savaşında savaşmıştır.

1865 yılında yeni inşa edilmiş olan Fort Rice’a (Bugünkü adıyla Kuzey Dakota, solda) yapılan bir saldırıyı komuta etmiştir. Bir savaşçı olarak yeteneklerinden dolayı büyük saygı gören Oturan Boğa 1868 yılında Lakota Milleti’nin şefi olmuştur.






İnsanlarının Savunucusu

Amerikan askerleriyle çatışmalar 1870’lerin ortalarında Kızılderililer için kutsal bir bölge olan Black Hills’te altın keşfedildikten ve Amerikan hükümetinin bu bölgeyi kendi toprakları gibi kabul etmelerinden sonra iyice kızışmıştır.

Amerikan hükümeti, madencilerin bölgeye girmesinden sonra büyük ya da küçük herhangi bir karışıklık çıkması halinde Kızılderililerle savaşılacağını belirtmiştir ancak Oturan Boğa bu yeni şartları reddetmiştir.

Oturan Boğa’nın madencilere karşı engelleyici şekilde davranmasının en temel iki sebebi kültürü ve inancıdır. İnancına göre ölümden sonra insanları öbür dünya’da onu beklemektedir ve topraklarını savunan liderler öbür dünya’da insanlarıyla huzur içinde yaşayacaktır. Little Bighorn River bölgesinde yer alan büyük bir köyde gerçekleştirilen Güneş Dansı seremonisinde Oturan Boğa 36 saat boyunca aralıksız olarak dans etmiş, kollarına ayin için önemli bir fedakârlık hareketi olan kesikler atmış ve nehirden su içerek kendini arındırmıştır. Bu mistik seremoninin sonunda gelecekten bir görüntü gördüğünü ve Amerikan ordusunun yenildiğini gördüğünü söylemiştir.

1876 yılında sadece birkaç gün sonra Rosebud Savaşında düşmanlarını yenilgiye uğratmıştır. Bir hafta sonra Little Bighorn savaşında 1000’den fazla Siyu ve Şayen (Cheyenne) savaşçısıyla 200’den biraz fazla askere sahip olan General George Armstrong ve ordusunu savaş alanında silmiştir.

ABD hükümeti için yenilgi utanç vericiydi ve hükümet, Amerikan Kızılderili kabilelerinin topraklarının kontrolünü ele geçirmek için çabalarını ikiye katlamıştır. Başarılıda olmuştur. Oturan Boğa bu zulümden kaçmak için, insanlarını dört yıl boyunca kalacakları Kanada'ya götürmüştür.

Oturan Boğa’nın Dönüşü

Oturan Boğa 1881 yılında, 1883’e kadar tutuklu kalacağı Dakota bölgesine geri dönmüştür. 1885’te Annie Oakley (Amerikalı keskin nişancı) ile arkadaş olduktan sonra, Buffalo Bill Cody’nin Vahşi Batı Şovuna katılmıştır.

Oturan Boğa’nın aldığı ücret iyiden daha fazlaydı. Arenada bir kez ata binmek için haftada 50 dolar alıyordu. Fakat, sürekli yollarda geçen hayattan yorulmuştu. Tüm bunların yanında şehirlerde görmüş olduğu sefalet ve ona karşı duyulan nefretten dolayı çok büyük bir üzüntü içine girmişti. İlerleyen günlerinde hemen ardından söyleyeceği “Beyaz bir insan olarak yaşamaktansa, bir Kızılderili olarak ölürüm.” Sözünden önce kendi  halkının yanına dönmeye karar verdi.

Son Yılları

Oturan Boğa doğduğu yerden çokta uzak olmayan Büyük Nehir (Grand River) bölgesine döndü ve burada huzur içinde bir hayat sürdü. Hristiyanlığı reddetti ve atalarının inancı ile hayatını sürdürdü. 

1889 yılında Kızılderililer Beyaz halkın topraklarını almayı ve Kızılderililerin yaşam tarzını yeniden kurmayı amaçlayan bir tören olan Hayalet Dans'ına (Ghost Dance Ceremony) katılmaya başlamışlardır. Oturan Boğa’da seremoniye katılanlar arasındaydı.

Güçlü şefin hareket üzerindeki etkisinden korkan hükümet, bir grup Lakota polis memurunun Oturan Boğa'yı tutuklamasını emretmiştir, 15 Aralık 1890'da polisler evine girmiş, Oturan Boğa'yı odasından çıkardıktan sonra evden bir silah sesi duyulmuştur. Şef, polisler tarafından başından vurularak öldürülmüştür. Daha sonra mezarı Kuzey Dakota'daki Fort Yates’e koyulmuştur. 1953'te ise mezarı ve arkasında bıraktıkları, bugün kaldıkları Mobridge, Güney Dakota'ya taşınmıştır.



















Neden Yazı Kayası?

Giresun Zapa Köyünde yer alan "Yazı Kayası"nın (bildiğiniz düz kaya) hikayesini anlatmadan önce küçük bir giriş yapmak istiyorum. İzninizle.. 

Öncelikle heyecanımdan dolayı beni mazur görün. Blogu açma tarihimle ilk yazımın tarihi arasında günler olduğu göz önünde bulundurulunca ne kadar hazırlıksız bir şekilde bu sayfayı açtığımı anlarsınız. İlk yazımı yazarkende bir o kadar hazırlıksız ve bu hazırlıksızlıktan dolayı heyecanlıyım. Gerçi üniversite hayatımın son 3 senesindeki sınavlar hariç hayat boyu herşeye hazırlıksızdım ben. O dönem ile ilgili yazılarımıda okumaya fırsat bulacaksınız inşallah. Konuyu dağıtmadan tekrar devam ediyorum. 

Yazımın ilk bölümünde Yazı Kayasını hikayesi yer alacakken devamında ise bu hikaye ile bağdaşmış bir şekilde blogun konusunu yazacağım. Bu arada * ile işaretlediğim bölümlerle ilgili dipnotları yazılarımın en altında bulabileceksiniz. 

Bulamazsanız twitter veya instagram adresimden DM atarak hatırlatırsanız teşekkür ile ödüllendirilebilirseniz. Adreslerim aşağıdaki gibi. 

https://twitter.com/mtkapiyoldas
https://www.instagram.com/mtkapiyoldas/

Bu arada instagram adresimde hayvan, manzara ve en önemlisi tek tükte olsa benimde resimlerimi bulabileceğinizi belirtmeyi boynumun borcu bilirim. 

Vira bismillah diyerek başlayalım o zaman.. 

Aniden blog açmaya karar verdiğimde bir cumartesi akşamı saat 23.57 civarı idi. Ulan ne yapsam ne yapsam*, nasıl daha çok kitap okurum diye düşünürken aklıma blog açmak gelmişti. 23.59 sularında kararım kesinleşmiş ve blogum için isim aramaya başlamıştım. Dakikalar geçmek bilmiyor, adeta saatlere dönüşüyor ve bu saat gibi dakikalar birer birer ilerlerken aklıma inatla bloguma koyabilecek bir isim gelmiyordu. Bulduklarımda çoktan alınmıştı. Derken, saatler 00.01'i gösterdiğinde son denemem olan "ortayakarışık" ismininde alınmış olmasını öğrenmemden hemen sonra kafamda şimşekler çaktı ve gözüme Yazı Kayasının bir yansıması düştü. Evet isimde alınmamıştı, aradığım fırsat buydu.

Peki nedir bu Yazı Kayası? Çok bişey beklemeyin öncelikle. Çünkü google'a kaya, büyük kaya, uçurum, rock, big rock, yani ne yazarsanız yazın karşınıza çıkacaklarla aynı, sıradan bir kaya. Bu kayanın tek bir özelliği vardı ben küçükken. Oda telefonun sadece orada çekmesiydi. Bir uçurum düşünün, köy 1000 metrede, o uçurumun kenarında 4 metrekarelik bir çıkıntı şeklinde kaya var, altı boş. Ve telefon bir tek oradan çekiyor. Yani mesela köydesiniz İstanbul'daki babanızı, sevgilinizi birini arayacaksanız, o kayanın üstüne çıkıp ölümü göze almanız şart. Düşünsenize sevgilinizi aramak için çıkıyorsunuz, kaya düşüyor, gözyaşları sel olmuş, köy sessiz. Dur diyor dur gitme ama olan olmuş. Ulan daha büyük aşk'mı var bee. Sevgilinle konuşmak için ölmüşsün oğlum. Ötesi mi var lan? Herhalde sevgiliniz siz onunla konuşmak için ölmüşken üstünüze bir ömür gül koklamaz...Koklarsada gerçekten yazıklar olsun, ayıp..

Öyle bir kaya işte Yazı Kayası arkadaşlar. Ben blogu açmaya karar verdikten ve ismide Yazı Kayası koymaya karar verdikten sonra şu an köyde bulunan babaannem ve dedemide arayıp yazı kayası ile ilgili biraz daha bilgi almaya çalıştım. Tabi bu arada hikayenin açığını yakaladınız dye sevinmeyin, artık köyün birçok yerinde telefon çekiyor. Ben küçükken sadece orada telefon çekiyor diye belirtmiştim. Her neyse günler süren telefon aramalarım sonucu üniversiteden Fiko diye bir arkadaşımla Üsküdar-Beşiktaş motorundayken nihayet babaanneme ulaştım. Belki 15 kere aradım ulaşana kadar ve ulaştığımda hiç aramadığım için suçlu olanda bendim ya, orası ayrı. Biraz hal hatır ettikten sonra Can Alıcı soruyu sordum babaanneme. Yahu dedim;




+ Yahu Babaanne sen onu bunu geçte 
-  He oğlum? 
+ Neden Yazı Kayasının ismi Yazı Kayası? 
-  ?? 
+ Neden yani bir hikayesi bir şeysi var mıdır bunun? 

Heyecanım dorukta, yazı kayasının gizemli hikayesinin detaylarını öğrenmek üzereyken hayallerimi suya düşüren o cevabı aldım... 

-  Ne bileyim ben. Hiçbir sebebi yok. Yazu Kayası işte.(şive yaptım) 

Dedemde gülerek cevap verip Yazı Kayasının olmayan hikayesinin yerine gençlik günlerinden bir hikaye anlatınca hayallerim suya düşmüştü. Sonuç olarak yazı kayasının tek esprisinin 2000'li yılların başında telefonun çektiği kaya olduğunu öğrendim. Oysa köyün büyük aşk hikayelerinin orda geçtiğini, köye mektup geldiğinde postacının evlere değilde mektubun sahibine mektubu bu kayanın çevresinde verdiğini, kısaca köyün herşeyinin bu kayanın etrafında döndüğüne dair gizemli bir heyecanım vardı. Köyle ilgili bir çok şeyde bu kayada döner diyip blog'umda herşeyi yazacağımı bağlayacaktım. Ama artık bağlayamadan belirtiyorum. 

Evet arkadaşlar, burada mitolojiden siyasete, spordan yemeğe, çevirilerimden alıntı makalelere herşey yazılacak. Umarım boşa açılmış bir blog olmaz. He en önemli açma sebebimde daha çok kitap okumak. İş hayatına girmiş olduğum son 2 yılda ne kadar çok kitaplardan uzak kaldığımı ve hayatımın rutinleştiğini düşündükçe kahrolurken bu blog bana bir umut oldu. Çünkü ne yalan söyleyeyim en başta, okurum ve sonra okuduğumu yazarım hevesiyle blog açmaya karar vermiştim. Hali hazırda zaten bir defterim var, okuduğum kitaplarda beğendiğim kısımları not ettiğim. 

Öyle işte. Açtık birşeyler. Umarız herşey yolunda gider. 

Herşeyi bulabileceğiniz, kimi zaman sadece bilgi öğrenebileceğiniz, kimi zaman neşelenip kimi zaman ağlayacağınız hikayelerim olacak. Çok şey yaşamış bir insan olarak kendimden şeylerde yazacağım uydurma şeylerde. Alıntıları, çevirileri vs bilecekseniz zaten ama hikayelerin gerçek mi uydurma mı olduğunu siz bulacaksınız. 

He bu arada şarkı dinlemeyi falan inanılmaz sever ve 1950-2020'ler arası birçok şarkıyı bilirim. Sizlede çok link paylaşırım. Haberiniz ola.. 

Hadi kalın sağlıcakla. 

*Ne yapsam ne yapsam: Küçük Emrah isimli türk toplumuna mâl olmuş sanatçının efsane şarkılarından biri olan unutabilsem adlı parçada kullandığı ikileme. Yapılacak hiçbirşey olmadığı anlamına gelir. Şarkının linki aşağıdaki gibi. 

https://www.youtube.com/watch?v=glRtwYvyPpg

“LOST” İzlemeye Yeniden Başladım

Popüler Yayınlar